OSMANLICA

Eski harfleri “dedesinin mezar taşını okumak” için öğrenmek anlamsızdır. Sanatlı yazılar olan mezar taşlarını ve kitabeleri, eski harfleri (yani Arap harflerini) bilen herkes okuyamaz. Okumak için uzmanlık gerekir. Hakkıyla Osmanlıca bilmek için biraz Farsça, biraz Arapça bilmek şarttır. En önce ve önemlisiyse Türkçeyi iyi bilmek gerekir. Osmanlıcada 18 çeşit yazı türü var. Hangisini öğreneceksiniz? Divane mi, rik’a mı, talik mi, sülüs mü, kufi mi? Mezar taşı kufi, talik, sülüs ya da girift hatlardan biriyle yazılmış olabilir. Bunlardan birini bilmiyorsanız yine okuyamazsınız. O zaman” isteyen istemeyen” herkese değil, uzman olanlara bunu öğretmek gerekir. Ayrıca, Türkiye’de kaç kişinin dedesinin mezar taşı Arap harfleriyle yazılmış Osmanlıca denen eski Türkçe ?
Hayretle bakıyorum: dünyanın her yerinde konuşulmakta olan Türkçeye alternatif arayarak yasa ve anayasa değişikliklerinin peşine düşüyoruz; Türk kimliğini anayasadan çıkartmayı demokratikleşme zannediyoruz. Sanki Osmanlı’da Türk’ü dışlayan zihniyet, günümüzde büyük bir özentiyle canlandırılmak isteniyor.
Gündeme getirilmek istenen ne? Osmanlıcadan kasıt Osmanlıca denen dil mi, Arap alfabesi mi?
Şemsettin Sami (1850- 1904) diyor ki : “ Türk’e okusak anlamaz/ Arap’a okusak anlamaz/ Acem’e okusak anlamaz/Öyleyse bu dil ne dilidir?”
*Osmanlı döneminde halk özentiden uzak duru Türkçe konuşuyordu. Anadolu türküler, ağıtlar yurdudur. Anadolu insanı türkü söyler. Ama siz, hiç Osmanlıca türkü ya da ağıt duydunuz mu?
duyamazsınız çünkü;yok.
*Osmanlıca hiçbir zaman tüm halk için bir haberleşme ve iletişim aracı olamadı. Baki’nin 16 ncı yüzyılda yazdığı;
“Ey pay bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng/ Tâ key heva-yi meşgale-i dehr-i bî-direng” beyti, okunduğunda, sıradan bir Anadolu Türk’ü, ne demek istendiği anlamıyordu!..
Aynı dönemlerde yaşayan Pir Sultan Abdal’ın , bütün halkın ortak malı olan arı ve duru bir Türkçe ile söylediği “Yürü bre Hızır Pasa / Senin de çarkın kırılır / Güvendiğin padişahın / O da bir gün devrilir” sözlerini anlamayan yoktu. (Osmanlıca o günlerde anlaşılmazken bugün de anlaşılmıyor, o günlerin Türkçesi nasıl anlaşılıyorsa, bugün de öyle anlaşılıyor.)
*Okullarda öğretilen üçgenin alanının tanımını bakalım anlayabilecek misiniz?: “Bir müsellesin mesaha-i sathiyesi kaidesi ile irtifaının zarbının nısfına müsavidir.”
* 1900’lü yılların başından bir şiir:
“Ser-i dirahte müst-zen, hıyaz-ı baga ber-güriz/ Güsun içinde pür-giriv, şükufelerle pür-sitiz/ Nihal-i / gülde teb-numa, yem-i çemende mevc-hiz/ Heva perest ü pür heves nesim-i bi-kararı gör.”
*Aşağıdaki şiir ise 1300’lerde Yunus EMRE’den:
“Aşkın aldı benden beni/ Bana seni gerek seni/ Ben yanarım dünü günü/ Bana seni gerek seni “
*17 nci yüzyılda yaşamış Karacaoğlan, diyor ki:
“Bu dünyada adam oğluyum dersin/ Helâli, haramı durmayıp yersin/ Yeme el malını er geç verirsin/ iğneden ipliğe sorulur bir gün.”
Goethe, “eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç bir şey yoktur” demişti; cehaletin panzehiri bilgi’dir.
Eski Yunan’da Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın tepesinde iki sözcük kazılıydı: “Kendini Tanı…” 

Yorumlar

Popüler Yayınlar