BARIŞ VE ZEKANIN BİRLEŞTİĞİ IŞIK ATATÜRK

Kişisel özellikleri, yaptıkları ve tüm yaşamı ile Barış zekasına sahip en ışıltılı bir örnek olarak Mustafa Kemal Atatürk verilebilir. Neden mi? Bu sorunun yanıtını sınırlı örnek olaylar ve barış zekasının bir zeka türü olma özelliklerinin bazıları ile iç içe geçmiş bir sarmal bütünlüğünde ele alıyorum.
Bu makale arşivlerimde mevcut olan 9875/234 nolu dosya içerisinde Türk arşivleri, yabancı arşiv kaynakları kullanılarak oluşturulmuştur.
Makeleyi bölmek istemediğim için, uzun ve tek bölüm olacaktır.
Barış zekasının en güzel örneği : Mustafa Kemal Atatürk.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’nda, Mustafa Kemal Çanakkale’de sadece bir kahramanlık destanı yazıp, İtilaf Devletlerine “Çanakkale geçilmez.” dedirtmemiş aynı zamanda sahip olduğu barış zekasını ortaya koymuştur. Nasıl mı?
Mustafa Kemal yarbaydır ve 19. Tümen Komutanıdır. Ordu yedeği olarak Bigalı’da bulunan 19. Tümen 24/25 Nisan gecesi Conkbayır yönünde tatbikat yapmaktadır. Gün ağarırken Arıburnu yönünden gelen top sesleri bir çıkartma olduğunu anlatmaktadır. Mustafa Kemal düşmanın önemli kuvvetlerle karaya çıktığını ve hedeflerinin Conkbayırı ile Kocaçimen olacağını tahmin eder. Bunun üzerine emrindeki birlikleri savaşa hazır hale getirir. Tümen ordunun yedek gücüdür. Ordu komutanın emri olmaksızın kullanılamaz. Mustafa Kemal Ordu komutanı ile temasa geçmeye çalışır ancak bu gerçekleşmez.
Bu arada 27. Alayın ağır kayıplar verdiği haberleri gelmektedir. Mustafa Kemal ordudan emir gelmemiş olmasına karşılık tüm sorumluluğu üstlenerek 57. Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere bizzat Conkbayırı’na harekete geçer. Arıburnu kesiminden bazı Türk askerlerinin çekilmekte olduğu düşman birliklerinin onları izlediği görülür. Çekilen Türk askerlerine süngü takmalarını ve mevzi almalarını emreden Mustafa Kemal böylelikle 57. Alay Öncü Bölüğünün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süreyi kazanmıştır…
Bu zaman dilimi Çanakkale Savaşları Kara Harekatı’nın kaderinin belirlendiği andır. Daha sonra 27. Alaydan geri kalan birlikleri Kolordu komutanı Esat paşanın izniyle emrine alan Mustafa Kemal 57. Alaya şu emri verir. “Ben size taarruz etmeyi değil; ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içerisinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilir.” Mustafa Kemal Atatürk’ün ordudan emir gelmemiş olmasına karşılık tüm sorumluluğu üstlenmesi; ölmeyi emretmesi sadece hangi çatışma ve savaş durumundan kaçınılması ya da kaçınılmaması gerektiğine zamanında ve doğru kararlar verebilme becerilerini ortaya koymaz. Aynı zamanda barış zekasının bir başka önemli özelliğini, sadece sosyal zeka tanımlaması içinde kalamayacak, kişiler arası ve çevre ile ilişkileri düzenleyebilme kapasitesini içeren bir zihinsel gücü, ifade ettiği kadar davranışsal kararlılığı ve gücü de gösterir. Burada ön plana çıkan değer, bir ulusun barış içinde, tam bağımsız olarak dünyada var olabilmesi için zeka ve gücün kullanım şeklidir
Mustafa Kemal Atatürk’ü dünya çapında üne kavuşturan niteliklerinden birinin barışseverlik olduğunu vurgulamakta fayda görüyorum.
Onun bu evrensel barışçı yaklaşımını 1933’te Cumhuriyet’in 10 yılını kutlayan ABD Başkanı Roosvelt’e gönderdiği teşekkür telgrafında en anlamlı biçimde ifade ettiğini belirtmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk telgrafta şöyle demektedir.
“Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı ilkelerinden bir tanesi olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insanlığın medeniyetin gelişmesinde en esaslı amil olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak iftihara değer”.
Tüm yaşamı ve yaptıkları Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözü üstün düşünce ve başarıyı temsil eden barış zekasının en çarpıcı örneğidir. Bu sözüyle en büyük toplumsal örgütlenme olan insanlığın huzur ve başarısını amaçladığını bunun için harcadığı çabayı ortaya koymaktadır. Aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün sahip olduğu barış zekasının barış anlamında işlevsel ve özgün evrensel değerler üretebilecek düzeyde olduğunun bir başka kanıtıdır.
Bu barışa yüklediği anlamları sadece değerler ve inançlar manzumesini olarak görmediğini; insan olarak sahip olduğu biyopikolojik kozmik potansiyelini kendi ve diğer varlıklar için bu anlamdaki becerilerini işe koştuğu bir yaşam biçimine dönüştürdüğünü göstermektedir.
Mustafa Kemal Atatürk taarruz etmeyi değil; ölmeyi emrettiği Çanakkale savaşlarında düşman olarak çarpışan ve ölenler için 1934’te Anzak Kutlamaları nedeniyle verdiği mesajda “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Demiştir.
Bu sözleri Mustafa Kemal Atatürk’ün üst düzeyde yetkinleşmiş ve işe koşulmuş barış zekasının göstergesidir.
Bu anlamda bir başka örnek olarak Atatürk’ün 17 Mart 1937’de Romanya Dışişleri Bakanı Titulesko’ya söylediği sözleri verilebilir.
“Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla meşgul olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lazımdır. Beşeriyetin hepsini bir vücut olarak ve her milleti bunun bir uzvu olarak saymak lazımdır Bir vücudun parmağındaki acıdan, bütün vücut müteessir olur… insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmelidir. Kendi milletinin mutluluğuna ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeğe de o kadar çalışmalıdır.”
Atatürk'ün düşüncelerine göre, Barış zekası barış arzusuyla birlikte yürümelidir.
Atatürk’ün son nefesine kadar insanlığa, milletlerin birbirlerine yaklaşmaları, anlaşmaları gerektiğine inandığını onun için milli düşmanlık olmadığını, Türk vatanına saldırılmadıkça onun için her milletin muhterem olduğunu vurgulamaktadır.
Bu noktada Mustafa Kemal Atatürk’ün hararetli bir barış taraftarı olmakla birlikte barış meselesinde bir hayalperest, her ne pahasına olursa olsun barış isteyen bir “pasifist” olmadığını vurgulamak gerekir. Atatürk’ün dış politikası “güvenlik” kavramı ile iç içedir. Barış politikası da, Türkiye’nin güvenliği politikası ile daima beraber yürümüştür.
Mustafa Kemal Atatürk dış politikasını ideolojik dogmalardan ve ön yargılardan soyutlamış: Akıl ve bilim temeline oturtmuştur. Bu anlamda uluslar arası ilişkilerde sürekli bir dostluk ya da sürekli bir düşmanlık gibi dogmatik düşünceleri benimsememiştir.
Bu yaklaşımının en açık ifadesi 1936’da “Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız” sözleridir. Barış ne istediğini bilmeyi gerektirir.
En sıcak çatışmaların yaşandığı Milli mücadele döneminde bile sürekli diyaloğa açık olmuş; barışın sağlanması için yapılan önerileri geri çevirmemiştir. 1924’de savaşın zaruri ve hayati olması gerektiğini, milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaşın bir cinayet olduğunu belirtmiştir. Savaş onun için bir amaç değil, milli hedeflere ulaşmak için bir araçtır.
Ulaşmak istediği milli hedefin ne olduğu da 1923’de söylediği şu sözlerde açık ve net bir biçimde tanımlanmıştır: “Biz barış istiyoruz, dediğimiz zaman tam bağımsızlık istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi lazımdır. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır. On sene, yirmi sene sonra aşağılayarak ölmekten ise şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi üstün tutmalıyız”
Söylemde ve eylemde tutarlılığı ve kararlılığı ile Mustafa Kemal Atatürk değişik kişiler ya da toplumlar arası ilişkilerde, diğer bir deyişle her koşulda kişilik ve kimlik zafiyeti ortaya çıkmaksızın; bir şekilde temsil ettiği toplumun varlığını ortaya koyabilmiş ve koruyabilmiştir. Bu özellikler ve işe koşulması barış zekasının ana motiflerini içermekte, Onun tüm yaşamında bu ana motifleri nasıl ışıltılı bir örüntüye dönüştüğünü anlatmaktadır.
Atatürk, “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir.” sözleriyle vurguladığı kişisel inancını, “Ya istiklal, ya ölüm!” sözleriyle toplumsal inanca dönüştürmüş; bu inançla ilgili amaçlara ulaşma kararlılığını sürdürürken; aynı kararlılığa toplumu hazırlamıştır. Atatürk, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişinde paylaşılan toplumsal kültür oluşturma çabasını sembolize etmiştir. Atatürk’ün gençliği, ufukların ötesine görmeye davet edişinde, “Büyük davamız, en medeni ve en çok refaha kavuşmuş bir millet olarak varlığımızı yükseltmektedir.
Yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de temelli bir inkılap yapmış olan Türk Milleti’nin dinamik idealidir.” “Dinlenmek için yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.” sözlerinde yaratıcılık eğilimini ve Türkiye için düşlediği geleceği ortaya koymuştur. Atatürk’ün bir lider olarak belki de en çarpıcı özelliği, sahip olduğu vizyondur.
Atatürk’ün vizyonu, kapsadığı gerçekçi ve ilkeli evrensel bir barışa ilişkin inançlar, değerler, amaçlar, devrimler ve öngörüler açısından halen güncelliğini korumaktadır.
Bu da Mustafa Kemal Atatürk’ün sahip olduğu barış zekasının çağlara hitap ettiğinin göstergesidir.
Atatürk'ü sevmeyenlerin onu tanımadıklarından kaynaklandığını çok iyi bilmekteyim. Anlaşıldığı üzere birileri tarihi ve Atatürk'ü yanlış anlatıyor. Atatürk sadece 1881 doğumlu olup 1938 vefatı ve ara periyodik sapmalarla anlatılamaz.
Ve anlaşılamaz.
Kaynaklar:
-Cumhuriyet arşivleri Türk Tarih Kurumu
-Andreasen, NC, (2003), Cesur Yeni Beyin, Çev.: Doğan YB, Böl 4, “Beyin,
Zihnin Dinamik Orkestrası”, İstanbul Okuyan Us Yayın, 61-114.
-Boehm, C., (1999), Hierarchy in the Forest: the Evolution of Egalitarian
Behavior, Cambridge, Mass: Harvard University Press.
-Boulding, Elise, (2000), Culture of Peace: Hidden Side of History. Sycracuse
New York: Sycracuse University Press.

Yorumlar

Popüler Yayınlar